“Vicdan ve Barış” Üzerine Düşünceler…
[11 Temmuz 2025 tarihinde Vicdan Vakfı’nın mor oda programının konusu “Vicdan ve Barış Size Ne Anlatıyor?” olmasına rağmen bir müddet sonra programın ekseni kaydı; adli mahkumların talepleri (dolandırıcılık suçlarında uzlaşma, kovit mağduriyetleri -ki kovit ekseninde kaç defa yasal düzenleme yapıldı- Karşılıksız Çek suçlarına af, trafik-ehliyet affı … gibi hiç yeri olmayan spesifik konular) konuşuldu, dolayısıyla asıl konuyla ilgili söz almak isteyenlere söz veril(e)medi, program kanaatimce amacına ulaşmadı. Söz verilseydi şunları söyleyecektim:]
Kavram olarak ele alırsak “Vicdan”, insana doğuştan verilen yanılmaz, yanıltmaz bir değerdir, bir cevherdir. Akıl bizi yanıltır, duygular yanıltır ama vicdan yanıltmaz. Vicdanımıza aykırı eylemlerde bulunabiliriz ama vicdan bu kötülükleri onaylamaz. “Vicdan aklın temyiz kuvvetidir.”
“Barış” (süreci), sahte olabilir, samimiyetsizce olabilir, bir ajandaya, bagaja dayalı olabilir. Vicdanın onaylamadığı bir barış da af ve infaz düzenlemeleri de kalıcı bir barışı getirmez. Ülkenin topyekün bir barışa, huzura ihtiyacı var. Bunun önündeki en büyük engel de kanaatince siyasi iktidardır. Çünkü iktidar bütün toplumsal muhalefetle adeta savaş halindedir; en haklı, en meşru talep ve eylemler bile şiddetle, yargı sopasıyla bastırılmaktadır.
Elbette ki en kötü barış, savaştan, çatışmadan iyidir. Devletin bekası ve toplumun huzuru için vicdana, adalete uygun bir barış olacaksa buna kimsenin itirazı olamaz. Fakat her şeyden önce bunun hukuki altyapısı hazırlanmalı değil midir? Hazırlandı mı? Hayır. Vicdani altyapısı var mıdır? Hayır. Neden? Eğer barıştan söz edilecekse, rejimle, iktidarla ters düşen bütün toplum kesimleri ile barışmalı değil midir? Siyaseten, konjonktürel olarak, şahıs ve parti menfaatlerine dayalı bir “barışçılık oyunu” kalıcı da olmaz, samimi de olmaz.
Gerçekten “örgüt”le barış olacaksa, Meclis (TBMM) bunun neresinde? Sivil toplum kuruluşları neresinde? Kanaat önderleri, akil adamlar nerede? Birkaç gün önce (6 Temmuz 2025) Doğu Ergil de Vicdan Vakfı’nın davetlisi olarak “Mor Oda” etkinliğinde (Adını Koyup Çözemediğimiz Konu!: Kürt Nesi?) konuştu. “Daha önce de denenen ancak akamete uğrayan barış süreci bu kez başarılı olur mu?” sorusuna cevaben “olur, olmalı” dedi. Neden? “Çünkü bu sefer dış güçler, Türkiye dışı aktörler, Suriye’deki değişim eksenli olarak bunu istiyorlar” dedi.
Görüldüğü kadarıyla örgüt, devletin, hükümetin samimiyetini adım adım test ediyor ama gerekli ve yeterli adımlar atılmadığı için şu an (varsa bir barış süreci), karşılıklı el enselerle peşrevlerle seyrediyor. Evet, barış olsun, en kötü barış savaştan, çatışmadan iyidir ancak “barışçılık oyunları” ülkeye de millete de kaybettirir. Kaç defadır “artık analar ağlamasın” denilen analar ağlamaya devam eder. Kursiyer teğmenlerin suçu nedir? En meşru, anayasal haklarını kullanan on binlerin bir gecede “terörist” ilan edilmesi hangi hukukun gereğiydi? AİHM kararlarına rağmen neden mağduriyetleri giderilmiyor? Hakları teslim edilmiyor? Adaletin olmadığı yerde ne huzur, ne refah ne de barışın olması mümkün değildir.

Daha geçen seçimlerde “Altılı masanın altında DEM Parti de var. CHP kandil ile beraber, ama montaj ama şu ama bu… CHP gelirse Öcalan cezaevinden çıkarılacak, Demirtaş çıkarılacak” diyerek, sahte ve yalan propagandalarla seçim kazananlar bugün de DEM Parti’yi yanlarına alarak bir seçim daha kazanma gayretindedir.
Bu itibarla, dünden bugüne süreçleri doğru okursak, son 10-15 yılı gözetirsek, yapılanlar ve yapılacaklar konusunda iyimser olmaya, ümitlenmeye yer olmadığını düşünüyorum. Daha önce de Vicdan Vakfı’nın “Mor Oda” programlarında bu fikirlerimi belirtmiştim. Beni ümitsizlikle itham ettiler ama asla ümitsiz değilim, çok ümitvarım fakat karşımızda her işi “inada” bindirmiş, kin ve nefrete çevirmiş, hani bir evladını sokan bir yılanla bir babanın hikayesi var ya… işte onun gibi “kuyruk acısı”yla hareket eden bir anlayışla karşı karşıyayız. Haksızlığı hak bilen bir anlayış var karşımızda. Adaletle, hukuk anlayışıyla, vicdanla, ahlakla hareket eden bir “devlet aklı” yok; intikamcı, rövanşist, inatçı bir halet-i ruhiye var… Tamamen iktidarlarını, parti ve şahsi menfaatlerini korumaya endeksli bir anlayış var. Beklentim olmadığı için, ne moralim bozuk, ne de hayal kırıklığı yaşıyorum.
Bu noktada iktidarı anlayabilirim, açıkçası burada DEM Parti’nin tutumu daha önemlidir. salt kendisi için, kendi mahallesi için süreci yürütürlerse, hem yazık etmiş hem de ayıp etmiş olurlar. Bir anlamda feleğin sillesine, her türlü ayrımcılığa, husumete maruz kalmış bir partinin bu süreci sadece kendisi için yönetmesi, her şeyden önce kendisine de zarar verir. Tekrar ediyorum: İktidar bileşenleri, içeride ve dışarıda çok sıkıştı, varlığını sürdürmek için bu tür “atraksiyon”lara girişmektedirler. Zaten dış dinamikler (Suriye ve BOP) çerçevesinde olacaklar istemeseler de olacaktı. Bu aşamada DEM Parti’nin kendi menfaatlerini gözetmesini yadırgamıyorum. Fakat sadece kendi menfaatlerini gözetip kendileri gibi mağdur edilen, zulmedilen, ötekileştirilen diğer kesimleri göz ardı ederlerse bütün bu zulümlere ortak olmuş olurlar. (“Tarihi bir konuşma yapacak” denilen 12 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın: “AK Parti, MHP ve DEM, biz en azından üçlü olarak, bu yolu birlikte yürümeye karar verdik.” demesi için bakalım ne söylenecek?)
Velhasıl bir dönüm noktasındayız, kader denk, tarihsel bir dönemeçteyiz. Sosyoloji hükmünü icra edecek, tarih hükmünü verecektir. Burada bizim oynayacağımız, alacağımız rol önemlidir. Kanaatimce iktidar miadını doldurmuştur. Önemli olan bu iktidardan sonra kardeşçe, huzur ve barış içinde yaşayabilecek miyiz?