“Toplumsal Barışın İnşası ve Beraber Yaşama Kültürü”
[Liberal Parti (@liberalpartiorg) tarafından 5 Eylül 2025 tarihinde X’te dijital etkinlik olarak düzenlenen “Toplumsal Barışın İnşası ve Beraber Yaşama Kültürü” konulu sohbet proğramındaki konuşmanın düzenlenmiş versiyonudur]
Anayasal Kurumlar Anayasada Düzenlenen “Toplumsal Barış Ve Huzuru Temin Etme” Görevini Yapıyor Mu?
Program öncesi “huzur” ve “barış”a ilişkin anayasada bir şey bulabilir miyim diye baktığımda, “barış” kelimesinin sadece bir yerde geçtiğini gördüm: “Çalışma hakkı ve ödevi”nin düzenlendiği m. 49’da “Devlet, … çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır.” Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının olduğu ülkemizde “çalışma barışı”nda neredeyiz, ne haldeyiz?
“Adalet” ve “Barış”ın olmadığı yerde olmayacak olan “huzur” ise anayasanın başlangıç bölümü dahil birçok maddesinde yer almaktadır:
“Başlangıç” bölümünde; biz vatandaşlara “huzurlu bir hayat talep etme” hakkı tanındığı, “Cumhuriyetin nitelikleri”nin düzenlendiği 2. madddede “toplumun huzuru”na vurgu yapıldığı, buna karşılık devlete (yasama ve yürütme organlarının temsilcilerine) (diğer görevlerle birlikte) “vatandaşların, toplumun, ailenin huzurunu sağlamak” görevi verildiği (m. 5, 41), bu kapsamda Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri (Milletvekilleri) ile Cumhurbaşkanının göreve başlarken (Any. m. 81, 103) “…toplumun huzur ve refahı için çalışacaklarına” dair “namus ve şeref”leri üzerine yemin içmeleri gerektiği görülmektedir.
Ailenin korunmasına dair Anayasanın 41. maddesinde “Aile, Türk toplumunun temelidir” vurgusu yapıldıktan sonra “Devlet, ailenin huzur ve refahı … için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar.” denilmektedir. Peki, Aile … Bakanlığının da olduğu ülkemizde ailenin huzur ve refahı için ne yapılmış, ne yapılmaktadır?
Hükümete yakın yayınlar yapan muhafazakâr görünümlü televizyon kanallarının gündüz kuşağında sabahtan akşama kadar “ailenin temelini dinamitleyen” her türlü yoz ilişki özendirilircesine (veya timsah gözyaşı dökercesine) saatlerce yayınlanmaktadır. Muhalif televizyon kanallarının haber verme ve ifade özgürlüğü kapsamında bulunan en masum ve meşru haber ve yorumları nedeniyle derhal harekete geçip, en ağır para cezaları, yayın durdurma, hatta lisans iptaline kadar cezalar uygulayan RTÜK, bu kanallar için nedense harekete geçmemektedir. Aile Bakanlığının da suskunluğu manidardır. Bir de 2025 yılı “Aile Yılı” ilan edilmişken… Mesela, bu Bakanlık olmasa, ne eksilir?
“Öküzün Trene Baktığı Gibi Bakmak”

Hatırlar mısınız? Gaziantep’te Banliyo Hattı test sürüşü sırasında AKP Gaziantep Milletvekili Ahmet Uzer (dönemin Adalet Bakanı, Abdülhamit Gül, önceden Aile Bakanlığı da yapmış Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin ve diğer protokol mensuplarının de olduğu ortamda) hizmet etmekle mükellef olduğu halka, alay edercesine “Şeyin trene baktığı gibi bakıyorlar” demiş, oradaki protokol erkanı da kahkahalarla gülmüştü. Sesli ve görüntülü haber arşivlerde duruyor. Ahmet Uzer tartışma yaratan sözleri için sonradan “Sevinç ve gururun yaşattığı aşırı coşku haliyle şakadan sarf edildiğini” öne sürdü ama bu bir özür ise buna, “özrü kabahatinden büyük” denilebilir ancak.
Esasen sorumluluk mevkiindeki zevat bile sorumluluk alanındaki problemlere “bakmak”tan öte bir şey yapmıyor, yapamıyor. Adeta “şeyin şeye baktığı gibi” bakıyorlar. Söylemlerine bakıldığında, bir muhalefet partisi yetkilisinin konuştuğunu zannedersiniz. Genellikle sorunları inkar ediyorlar. İnkar edilemeyen sorunları da herhangi bir kimse gibi şaşırarak, hayret ederek dile getiriyorlar. Oysaki Milletvekilleri ile ister Mecliste yemin ederek göreve başlayan milletvekilleri içinden atansın, isterse dışarıdan atanarak TBMM’de yemin ederek göreve başlasın, “Bakan”ların ve de Cumhurbaşkanının, göreve başlarken etmeleri gereken yemin metninde (Any. m. 81, 103) halkla alay etmek değil, “…toplumun huzur ve refahı için çalışmak” var.
Son olarak Anayasanın 118. maddesinde de Millî Güvenlik Kurulu’nun görevleri sayılırken, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirler”den bahsediliyor. Milli Güvenlik Kurulu’nun kararları tavsiye niteliğindedir. Bağlayıcı değildir. Bu kapsamda, Ne Milli Güvenlik Kurulu, ne Cumhurbaşkanı, ne de Meclis, bir oluşumun, yapının terör örgütü olduğuna karar veremez. Bu yönde bir karar alsa bile bu karar yargı mercileri nezdinde bağlayıcılığı yoktur. Ancak 15 Temmuz’dan çok önce Milli Güvenlik Kurulu, bir yapıyı terör örgütü ilan etti. Ve hükümet sözcüsü de yargı mercilerinin bu karara göre davranmalarını talep etti. Yani “bağımsız ve tarafsız” mahkemelere, hakimlere emir ve talimat verildi, tavsiye ve telkinde bulunuldu, anayasa alenen çiğnendi.
Oysaki hatırlar mısınız? 24 Haziran ve 25 Ağustos 2004 yılında yapılan MGK toplantılarında o zaman için iktidar mensuplarının neredeyse tamamının el ele kol kola, göz göze diz dize olup methiyeler dizdikleri cemaat hakkında tavsiye kararları alınmıştı. Bu husus yıllar sonra medyaya yansıyınca iktidar partisi mensupları övünçle ne dediler? “Biz o kararları uygulamadık. Sümen altı ettik, rafa kaldırdık.”
Bir kurumun başında “milli” kelimesi varsa orada hangi hükümet olursa olsun, hangi bakan gelirse gelsin, politikaların, anlayışların kolay kolay değişmemesi lazım. Nedir bunlar? Milli Savunma Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Güvenlik Kurulu… Örnekler arttırılabilir. Hiç olmazsa bu kurumlar, devletin ve milletin bekasını ilgilendiren politikalar geliştirmek, oluşturmak durumundadır. Bunlar şu siyasi partinin, şu bakanın anlayışına göre tutum takınamaz.
Önemle belirtmek gerekir ki başında “milli” ibaresi bulunmasa da bu husus Adalet Bakanlığı için de evleviyetle geçerlidir. Peki, neden “Milli Adalet Bakanlığı” denilmemiştir? Çünkü komik kaçar. Çünkü adaletin milliyeti, cinsiyeti olmaz. Adalet, evrensel bir kavramdır. Müslim’e de gayrimüslime de. vatandaşa da vatandaş olmayana da, herkese aynı ölçü ve anlayışla tatbiki gerekir. Kişiye göre milliyete göre Adalet olmaz. Zaten Adalet, “herkese hakkını veya hak ettiğini vermektir.” Bu tanım, bir kişinin hakkını teslim etmeyi içerdiği gibi hak ettiği cezayı vermeyi de içerir. Peki böyle midir?
Bu Kadar Yanlış ve Çelişki Gayret Gerektirir…
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum yazılarında “Milli Yargı” “Milli Hukuk”u savundu. “Hukukun, yargının millisi olmaz” diyenlere karşı da bu fikirlerini ısrarla ve inatla savunmaya devam etti ve “Hukukun, yargının millisi olmaz” diyenleri hukukçu olmamakla itham etti.
Aynı kişi “TERÖRSÜZ TÜRKİYE”ye GEÇİŞ SÜRECİ için “Geçiş Süreci Kanununun Özellikleri” başlığı ile (24 Ağustos 2025’teki X hesabında) “Kanunun, sadece münfesih terör örgütünün aktif ve destek unsurları olan kişileri kapsadığı net ve tartışmaya kapalı yazılmalıdır” diye yazdı. Hemen akabinde “kanunun Anayasaya uygun olarak düzenlenmesi” gerektiğini belirtti! Devamında “geçiş süreci kanunu hazırlanırken Devlet, Ülke ve Millet hassasiyetlerine ve kırmızı çizgilere uygunluk”tan söz etti.
Yazıda hem “Terörün kayıtsız, şartsız ve pazarlıksız sona erdirilmesi” isteniyor hem de “geçiş süreci için olabildiğince geniş, yeterli toplumsal ve siyasal mutabakat” isteniyor! Neresini düzelteceksiniz? Bu kadar yanlışı, çelişkiyi bir arada bulundurmak, çok önemli bir gayret gerektirir. Bu gayretkeşliğe de ancak şapka çıkarılır.
Moğol İstilasına Uğramadık, Yedi Düvel Bize Savaş Açmadı, Nedir Bu Kaos?
Memleket yeni bir Moğol istilasına uğramadı ama nice yıllardır moğol istilasına uğramış olmaktan beter halde. Yedi düvel bize, biz yedi düvele savaş açmadık ama daha beter durumdayız. Nedir bu kaos, bu fetret devri? Şöyleyizdir, böyleyizdir, şu kadar asırlık devletiz diyoruz. Ama asırlık kurumları bir gecede bir OHAL Kararnamesiyle kapatıyoruz.
Cumhurbaşkanlığı forsunu çepeçevre saran yıldızların her biri, kurduğumuz devletleri temsil etse de bir başka açıdan bakıldığında (Rauf Tamer’in ifadesi ile) bu kadar Devleti de yaşatamamış, yıkmışız.
İçinde bulunduğumuz yıllar iletişimin, sosyal medyanın yaygınlaştığı yıllar. Farklı sebep ve saiklerle önü arkası düşünülmeden yazılıp çizilenler toplumsal barışa ve huzura zarar vermektedir. (Gerçek ötesi- hakikat dışı- sanal- olgu değil, algı anlamında) Post truth kelimesi yıllar öncesinde yılın İngilizce kelimesi seçilse de esasen buna popülizm de denilebilir ve çok daha eskiden beri siyasette rant getiren bir taktiktir. Bu taktikler itibar kaybettirse de kimsenin itibarı düşündüğü yok. Her şeyi oya tahvil etme, rant’a çevirme adına her türlü kutsal (Ezan, Selâ, Bayrak, şehitlik … gibi) manevi değerler istismar edilmekten çekinilmiyor. Böylece, sürekli kendi taraftarlarını konsolide etme, safları sıklaştırma adına toplumsal fay hatları aşındırılıp tetikleniyor, halkın arasına kin ve nefret tohumları ekiliyor, toplumsal barış ve huzurun teminatı olması gerekenler bizatihi toplumsal barış ve huzura zarar veriyor.
Bir toplumda kendi parti, cemaat, dernek, oluşum her ne ise, kendi mensuplarından başkasına hayat hakkı tanınmaz; mensuplarının yolsuz-usulsüz her türlü suçu, kabahati, etik dışı hareketi himaye edilip, kamuya ait maddi-ekonomik kaynak ve imkânlar, “ganimet” olarak bölüştürülürse o toplumda barış ve huzur olmaz.
İranlı devlet adamı ve düşünür İbni Mukaffa’nın bir sözü var: “En Kötü Zaman, yönetenin ve yönetilenlerin birlikte kötüleştiği zamandır.” Yine Çin’de böyle bir beddua varmış: “Kötü/ilginç zamanlara denk gelesin, kötü zamanlarda yaşayasın” diye. İşte kimlerin bedduası tuttu ise kötü zamanlarda, belki de en kötü zamanda yaşıyoruz.
Taşların Bağlanıp Köpeklerin Salındığı Yerde Huzur Olmaz
Konjonktürel olarak (siyasilerin özendirici, himayekâr tutumları, siyasallaşan yargının oluşturduğu cezasızlık olgusu) nice insanlar sosyal medyada açıkça toplumun bazı kesimlerini “Gömülen silahlar… Hazırlanan infaz listeleri… Yarım kalan işi bitirmeler”den dem vurarak her şekilde tehdit ettiler, korku saldılar.
Dini, dili, ırkı farklı toplum kesimlerinin barış ve esenlik içinde bir arada yaşadığına dair örnekler ve tarihsel metinler elbette ki çoktur. Katılımcılar Medine Vesikasından bahsetti. Amenna. Peki ama biz neredeyiz? Hazreti Ömer adaleti dillerden düşürülmüyor. Amenna. Ama biz ne yapıyoruz? Daha ne kadar, kendisine saray yaptırmak için değirmeninin yerini elinden almak isteyen Prusya Kralı Büyük Frederik’in yüzüne karşı “Berlin’de Hakimler var” sözünü haykıran köylünün sözünü aktaracağız? Fatih’i yargılayan Hızır Çelebi’nin, Ebu Suud ile Kanuni’nin hikâyelerini, Hazreti Ömer’in Fırat’ın kenarında kurda yem olan kuzu’dan kendisini mesul tutan adalet anlayışı ile avunacağız? Hukuka, hukuk tarihine kendimiz bir değer katamayacak mıyız?

Yargıçlar daha ne kadar kendilerini “devlet/hükûmet memuru” gibi görüp, tayin, terfi kaygısıyla, mevki, makam aşkına maskelenmiş duygularla hukuk icra edecek? Kanunları halka karşı bir zulüm kılıcı şeklinde daha ne kadar kullanılacak? Yargı (yargıç), devletin vicdanı ise bu vicdan ve ahlâk açığı ne zamana kadar sürecek? Partiye üye veya delege seçer gibi Hâkim-Savcı seçildiği sürece, “yürütmeyle uyumlu yargı” anlayışı devam ettiği sürece vicdan ve ahlâk açığı sürecektir!..
Hamaset… Hamaset… Devamlı “Anadolu’da 72 milletin bir arada yaşadığından” dem vururuz. Nerede o 72 Millet? 3,5 millet gösterin şimdi. 80 yıl boyunca ders kitaplarında Osmanlı kötülendi. Padişahlık babadan oğula geçermiş. Birey yokmuş, herkes kul köleymiş. Peki, yüzyılı aşan Cumhuriyet döneminde ulus devlet olabildik mi? Birey olabildik mi? Aşiretçilik, kabilecilik bitti mi? Feodalite bitti mi? Bitmesi için ne yaptık?
“Kılıç Artığı” Gibi İfadeler Vatandaşın Devlet ile Gönül Bağını koparıyor…
Hadi halkımız “cahil, eğitimsiz.” Peki, ya yöneticilerimiz… Onların, huzur ve barış içinde kardeşçesine yaşamaları için halka örnek olmaları, eylem ve söylemlerini bana göre ayarlamaları gerekmez mi? “Herkesin” Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Bakanı, Valisi, Belediye Başkanı olması gereken “devletlular” böyle midir? Devletin en tepesindeki kişi, farklı kesimler için defalarca “Kılıç artığı” ifadesini kullanmadı mı? “Kalanları da temizleyeceğiz” demedi mi? Rahmetli Durmuş Hocaoğlu “Devletçilik Bumerangı” isimli eserinde boşuna feryat figan seslenmiyordu “devletlulara”:
“Ey bu devletin gücünü elinde tutanlar! Sizin vatandaşlarınız hâlâ modern standartlarda, tam ve gerçek anlamında “vatandaş” değil de önemli ölçüde teba oldukları için siz üstlerine nice giderseniz gidiniz size açık tepki vermiyorlar ve siz de bunu başarı sanıyorsunuz. Hayır! Bin kere hayır! Açık tepki vermiyorlar; ama daha kötüsünü yapıyorlar; tepkileri bir iç kanama gibi: İçlerinde dünyaları yıkılıyor ve Devlet ile Gönül Bağları kopuyor; Allah aşkına; veya başka neyi Mukaddes biliyorsanız onun aşkına: Siz ne yapmak istiyorsunuz?
Hiç olmazsa Makyavel’e kulak veriniz: “En müstebit bir hükümdar dahi, gıyabında kendisini müdafaa edecek bir tebaâya muhtaçtır.”
Suçüstü Yakalanan İnsanın Yapamayacağı Hiçbir Şey Yoktur
Açık kaynaklardan da, mesleki tecrübelerimizden de, sabahtan akşama kadar iktidara yakın TV kanallarının (ki kanalizasyon demeyi hak ediyorlar) ailenin temelini adeta dinamitleyen gündüz kuşağı programlarından da biliyoruz ki; suçüstü yakalanan insanın yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Karşılıksız sevgi ve merhametin, fedakarlığın timsali olan bazı “anne”ler bile “suçüstü” yakalandığında, evladını bile öldürmekten çekinmediğini biliyoruz. 17/25 Aralık’ta da birileri suçüstü yakalandı ve o günden bugüne 15 Temmuz dahil, olanlar oldu ve olmaktadır!.. Herkesçe bilinen ve bilinmesi beklenen sebeplerle siyasi iktidarın hukuka dönmesi, Türkiye’yi normalleştirmesi mümkün değildir. bu kanaatimi her geçen gün siyasi iktidar tescillemektedir.
Herkes kendisine dokunulan yerde feryat etti. Başlanan yer idrak edilip birlikte demokratik tavır alınsaydı ne buraya gelinirdi, ne de varılacak yere cür’et edilirdi. Şimdilerde CHP, ilk kez kendisine dokunulmuş gibi feryat ediyor! Oyski CHP, 17-25 Aralık’tan beridir parti olarak bu ateşe odun taşıdı. Susuldukça, sıra susan herkese geldi. Atı alan çoktaan Üsküdar’ı geçti!
Vicdanın Onaylamadığı Bir Barış da Af ve İnfaz Düzenlemesi de Barış Getirmez
Bu itibarla, daha önce de çok defa ifade edip yazdığım gibi (Bkz.: Buradaki “Vicdan ve Barış” Üzerine Düşünceler…” yazısı), elbette ki en kötü barış, savaştan, çatışmadan iyidir. Devletin bekası ve toplumun huzuru için vicdana, adalete uygun bir barış olacaksa buna kimsenin itirazı olamaz. Fakat her şeyden önce bunun hukuki altyapısı hazırlanmalı değil midir? Hazırlandı mı? Hayır. Vicdani altyapısı var mıdır? Hayır. Neden? Eğer barıştan söz edilecekse, rejimle, iktidarla ters düşen bütün toplum kesimleri ile barışmalı değil midir? Siyaseten, konjonktürel olarak, şahıs ve parti menfaatlerine dayalı bir “barışçılık oyunu” kalıcı da olmaz, samimi de olmaz.
Vicdanın onaylamadığı bir barış da af ve infaz düzenlemeleri de kalıcı bir barışı getirmez. Ülkenin topyekün bir barışa, huzura ihtiyacı var. Bunun önündeki en büyük engel de kanaatince siyasi iktidardır. Çünkü iktidar bütün toplumsal muhalefetle adeta savaş halindedir; en haklı, en meşru talep ve eylemler bile şiddetle, yargı sopasıyla bastırılmaktadır. Bu itibarla az önce müebbet hapis cezası alan askerin abisi Cüneyt Bey’in de ifade ettiği gibi; bugünkü sürecin (adı her neyse) 2015 yılında iki seçim arasındaki “istikşafi” görüşmeler gibi “oyalayıcı” olduğunu düşünüyorum. Bu konuda özellikle de iktidarı hiç samimi görmüyorum. Maksat, muhalefet partilerini oyalamak ve gerçek gündemi, asıl sorunları unutturmaya çalışmaktır.
Sonuç olarak, ülkemizde bir süre daha toplumsal barış ve huzuru arayacağız.
Çünkü demokratik siyaset zemini yok.
Vahap Coşkun’un ifadesiyle “yıkıcı korku değil kurucu cesaret”e ihtiyaç var ama bu cesaret nedense gösterilmiyor, gösterilemiyor.
Çünkü gelir dağılımı eşitsizliği had safhada.
Çünkü adaletsizlik Anadolu’yu Kerbela gibi kasıp kavurmakta.
Çünkü kendi partimizden, cemaatimizden, derneğimizden, takımımızdan olmayan herkes hain, düşman, terörist.
Çünkü ülkeyi çeyrek asırdır “inandığı gibi yaşayamayınca yaşadığı gibi inanmaya başlayan” kadrolar yönetiyor.
Çünkü haksızlık hak biliniyor…
Çünküler uzayıp gittikçe de bu ülkeye maalesef barış, huzur, bereket ve adalet gelmez.