Bir Cumhuriyet Savcısının Kiğı Hatıraları (1993-1994)

(Elazığ Hâkim adayları olarak stajımız bittiğinden Ankara’ya gidip kur’a çekecektik. Bu sırada Kiğı C. savcısı Melih Bey de Elazığ’da yetkili olarak çalışıyordu. Odasında oturup konuşuyorken şaka yollu takıldı: “Hadi bakalım, kur’ayı Kiğı’ya çek de gel.” İnanılır gibi değil ama gerçekten de kur’ayı Kiğı’ya çektim.
Kiğı’lılar aydın ve çağdaş insanlardı. Okuma yazma oranı yüksek, dışa açık; büyük çoğunluğunun İstanbul hatta yurtdışıyla irtibatı vardı. Adli olaylarda şikâyete gelmeye çekinmedikleri gibi çok ilginç konularda müracaatları da olmuştu.
İlk başlarda adliye bulunmayan, terörle mücadele adına ilçe yapılan fakat gerçekte birer köy olan Yedisu, Yayladere ve Adaklı ilçeleri de adli yönden Kiğı’ya bağlı idi. Böylece Kiğı’nın yedi ilçesinden dördü bizim sorumluluk alanında kalıyordu. Bu ilçeler terörün en yoğun olduğu, Tunceli kırsalına yakın, terör örgütünün Güneydoğu’dan Doğu’ya (Diyarbakır, Bingöl, Tunceli, Erzincan) ve buradan da Orta Anadolu’ya (Sivas, Tokat) geçiş güzergâhı üzerinde bulunmaktaydı.
Aynı dönemde Kiğı’ya kur’a çekerek birlikte görev yaptığımız Hakim Hanım ile oturuyorken ziyaretimize İlçe Emniyet Amiri geldi. Hoş beşten sonra sorduk:
-“Cuma Bey, çember daralıyor, tedarikli (hazırlıklı) misiniz?”

  • “Hiç endişe etmeyin efendim, kuş olsalar indiririz…”
    Sonra ne mi oldu? Buyurun, birlikte okuyalım. (Bu yazı ilk olarak HUKAB Dergisi’nin Nisan-Haziran 2013 tarihli 5. sayısında yayınlanmıştır.)

“Kiğı’ya Kur’a Çek Gel”

Elazığ Hâkim adayları olarak stajımız bittiğinden Ankara’ya gidip kur’a çekecektik. Bu sıralarda Cumhuriyet savcısı Melih Bey de Elazığ’da yetkili olarak çalışıyordu. Odasında oturup konuşuyorken şaka yollu takıldı: “Hadi bakalım, kur’ayı Kiğı’ya çek de gel.” İnanılır gibi değil ama gerçekten de kur’ayı Kiğı’ya çektim. Melih Bey buna inanamadı. Kendisi, bölgenin güvenli olmaması nedeniyle eşi ve çocuğunu yanında getirmemiş, terör ortamının stresi ile bazı sorunlar yaşamış, aldığı raporu ibraz ederek Manisa veya çevresinde bir yere tayin istemiş ancak Kurul (HSYK), kendisini geçici yetki ile Elazığ’da görevlendirmişti… Bütün bunları Kiğı’ya gidince öğrenecektim. Melih Bey yetkisi bitince asıl görev yeri olan Kiğı’ya döndü. İçinde bulunduğu şartlar sonucu aldığı raporla mesleğini tehlikeye atmış ve soruşturma geçirmişti.

İlk Görev Yeri

1993 yılında kur’a çekerek 1 Mart 1993 günü Bingöl’ün Kiğı ilçesinde göreve başladım. İlçe halkı resmi işlemler dışında ticaret v.b. işler açısından Bingöl’den ziyade Elazığ ile irtibatlıydı.
Kiğı’lılar aydın ve çağdaş insanlardı. Okuma yazma oranı yüksek, dışa açık; büyük çoğunluğunun İstanbul hatta yurtdışıyla irtibatı vardı. Adli olaylarda şikâyete gelmeye çekinmedikleri gibi (çünkü Anadolu insanı genellikle çekingen, hakkını aramak için de olsa Adliyeye, Kaymakamlığa gitmeye çekinir) çok ilginç konularda müracaatları da olmuştu. Örneğin yurtdışından gönderilen bir mektupla, Kiğı’lı bir vatandaş, kızına talip olan bir kişi hakkında sabıkası, kötü huyları, önemli veya bulaşıcı bir hastalığının bulunup bulunmadığı konusunda yardımcı olunmasını istiyordu…

İlk başlarda adliye bulunmayan, terörle mücadele adına ilçe yapılan fakat gerçekte birer köy olan Yedisu, Yayladere ve Adaklı ilçeleri adli yönden Kiğı’ya bağlı idi. Bu dört ilçe Bingöl’ün Kuzey ve Kuzeybatısında olup terörün en yoğun olduğu, Tunceli kırsalına yakın, terör örgütünün Güneydoğu’dan Doğu’ya (Diyarbakır, Bingöl, Tunceli, Erzincan) ve buradan da Orta Anadolu’ya (Sivas, Tokat) geçiş güzergâhı üzerinde bulunmaktaydı.

İlçe Merkezindeki İlk Terör Saldırısı

İşte böyle bir coğrafyada kış mevsiminin bitip yaz ayları yaklaştıkça özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgesinde yaygın olan terör olayları Kiğı’da da iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamıştı. Ancak her geçen gün çember daralıp, Kiğı kırsalında görülen terör olayları git gide ilçe sınırlarına gelip dayanmıştı. Ancak görmeyen göz, duymayan kulaklar bu mesajı almıyor, alamıyordu.
Aynı dönemde Kiğı’ya kur’a çekerek birlikte görev yaptığımız Hakim Şükran Hanım ile oturuyorken ziyaretimize İlçe Emniyet Amiri Cuma Bey geldi. Hoş beşten sonra sorduk:

-“Cuma Bey, çember daralıyor, tedarikli (hazırlıklı) misiniz?”
– “Hiç endişe etmeyin efendim, kuş olsalar indiririz…”
– ?…!…

Günlerden Cuma, Emniyet Amiri Cuma Bey… O günün akşamında ilçe merkezinin ortasında bulunan Emniyet amirliği teröristlerce silahla taranarak bir bekçi şehit edilmiş, bir polis memuru ağır yaralanmıştı. İşte mesuliyet duygusu taşımayan, görmeyen göz, duymayan kulaklar… Geliyorum diyen apaçık tehlikeyi görmemiş, duymamış ve fakat büyük laf etmekten geri kalmamıştı.

Olağanüstü Hal Bölge Valisinin İlçeye Gelişi

Bu ilk baskından sonra ilçeye dönemin Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan geldi. Malum ve mutad (bilinen ve alışıldık) bir konuşmadan sonra, beraberinde getirdiği veya daha sonra gönderilen “Dragon” denilen zırhlı bir araç törenle halka ve emniyet mensuplarına tanıtıldı. Özellikle bu araçla birlikte kullanabilecek silahlar, atış menzili, zırhlı oluşu uygulamalı olarak gösterildi. Kısaca şu mesaj verilmek istenildi: Halkımız endişe etmesin, devletimiz güçlüdür.

Korku Dağları Değil İlçeyi Sarmıştı

İlçedeki ilk terör saldırısından sonra Bingöl’den özel harekâtçı polisler gönderildi. 15 günde bir nöbet değişerek görev yapıyorlardı. Daha sonra da Kars tarafından bir tabur asker getirilip ilçede (yatılı bölge okulunda) konuşlandırıldı. Buna rağmen manzara şuydu: Akşamın karanlığı ile birlikte ilçeye aynı zamanda bir güvensizlik ve korku çökmekte, daha önce gece geç vakitlere kadar süren hayat durmaktaydı. Sadece özel harekât timleri ile kurtarıcı olarak verilen “Dragon” sokaklarda dolaşabilmekteydi. Hastası olan kimseler ile gelen hastaların muayene ve tedavisi için doktorlar hastaneye gidebilmek için emniyete haber vererek sokağa çıkabilmekte, emniyet mensupları ilçe içinde taş mevzilerde elleri tetikte beklemekteydiler. Bir saldırı ile hedeflenen korku salınmış, ilçe kabuğuna çekilmiş, hatta teslim alınmıştı. Velhasıl korku dağları değil, ilçeyi sarmıştı.

Mesleğe Kazandırdığım Meslektaşım

Benden birkaç ay sonra (1993 Haziran’da) Kiğı’ya kur’a çeken Cumhuriyet savcısı Mustafa Bey, gelmeden önce telefon ile arayıp ilçenin ve bölgenin durumu -tabii ki bölgedeki terör ve güvenlik- hakkında bilgi istediğinde, yukarıda belirtildiği gibi henüz ilçe merkezindeki terör saldırısı olmamıştı. Dolayısıyla kendisine kırsalda olaylar olmakla birlikte ilçede durumun sakin olup, kayda değer bir güvenlik sorunu yaşanmadığını, Kiğı’dan Elazığ’a günlük minibüs seferlerinin bulunduğunu, Elazığ’dan Kiğı’ya bu şekilde gelebileceğini belirtmeme rağmen Mustafa Bey bir türlü ikna olmuyordu. Ne de olsa Kiğı Bingöl’ün ilçesiydi ve birkaç hafta önce 24 Mayıs 1993 tarihinde Bingöl’e yakın bir yerde 33 savunmasız askerimiz şehit edilmişti.
Mustafa Bey’in ikna olmadığı ve bölgeyi güvenli görmediği anlaşılıyordu. Çünkü kaç defa telefon ettiği halde bir türlü gelmeye karar veremiyordu. En sonunda şunu önerdim: “Siz Elazığ’a kadar gelin, ben o gün sizi orada karşılar, Kiğı’ya birlikte döneriz.” Meğer kendisi de böyle bir teklif bekliyor ancak bir türlü söyleyemiyormuş.
Sözleştiğimiz gibi bir sabah Kiğı’dan Elazığ’a gittim ve Otogarda karşıladığım Mustafa Bey ile birlikte aynı gün Kiğı’ya döndük. Henüz evli değildim. Lojmanda boş daire yoktu. Ancak büyük endişelerle gelen meslektaşımın gelir gelmez Öğretmenevi veya Ziraat Bankası misafirhanesinde kalmasını uygun görmediğimden birkaç gün lojmanda misafir ettim. Savcı Bey ilerleyen günlerde “sayın savcım, siz Elazığ’a gelip Kiğı’ya birlikte gitmeseydik, mesleğe başlamayıp istifa edecektim” diyecekti.

Mustafa Beyin Yaşadığı İlk “Terör Saldırısı”

Mustafa Bey, bu kadar misafirlik yeter diyerek Öğretmenevinde kalmaya karar verdi. Kaldığı ilk gecenin ertesinde Mustafa Bey:
“-Savcım, bu gece neler oldu öyle?”
“- Hayırdır ne oldu?” dedim. Şaşırma sırası ondaydı.
“- Bir şey olmadı mı yani? Terör saldırısı, silah sesleri!..”
“- Yoo, bildiğim bir şey yok, olsaydı duyardık” deyince, bu sefer şaşkınlıkla birlikte üzüntü, sevinç, mahcubiyet içinde başladı anlatmaya: “Gece zaten uyku tutmadı. Tam uyumuşken silah sesleri duydum. Teröristler ilçeyi bastı zannettim. Tam siper yatağın altına girdim. Tam da sesler kesildi derken tekrar pat pat sesler duyunca aynı şekilde yatağın altına uzandım. Sabaha kadar uyuyamadım.”
Durum anlaşılmıştı. Öğretmenevinin karşısındaki dağın yamacından köylere giden bir yol vardı. Çukurlarla dolu bu yoldan bir traktörün geçerken çıkardığı sesleri Mustafa Bey, silah sesine benzetip yatağın altında sipere yatmış, sabaha kadar uyuyamamıştı.

Kod Adımız: “Cavit Sacit”

Yoğun terör olayları ve güvenlik endişesiyle ilçeler arasında ulaşımı sağlayan karayolu kullanılamaz durumdaydı. Helikopter ise ancak terör saldırısı sonucu meydana gelen ölüm olaylarında kullanılıyordu. Şöyleki: Sorumluluk sahamız olan ilçelerde terörist saldırı sonucu ölüm veya ölümler meydana gelmişse ilgili jandarma komutanlığı olayı Kiğı İlçe Jandarma Komutanlığına bildirir, onlar da bizi haberdar ederdi. Bingöl’den kalkan helikopter gelerek bizleri ekip olarak -ki en fazla dört kişinin binmesine izin verilirdi- olay mahalline veya olay yerine en yakın güvenli iniş-kalkış yapabilecekleri bölgeye bıraktıktan sonra kendileri açısından güvenli bulmadıkları bölgeden ayrılırdı. Genellikle de Helikopter Bingöl’e geri döner, işimizin bittiği bildirilince tekrar gelip Kığı’ya bırakmak üzere alırdı.
Helikopter ekibi olsun, diğer görevli askerler olsun, kendi aralarında telsizle konuşurlarken sık sık “Cavit Sacit” ifadesini kullanmaları dikkatimi çekiyordu. Meğer “Cavit Sacit” “Cumhuriyet savcısı”nın baş harflerinin kodlanmış hali imiş, yani bizmişiz. İlginç olan bu kodun veya parolanın 15 ay boyunca hiç değişmemesiydi.

Dağ Başında Bırakılan Cumhuriyet Savcısı

İlçede iki Cumhuriyet savcısı olmanın verdiği rahatlıkla düğün yapmak için yıllık iznimden 15 gün kullanmak üzere izne ayrıldım. Dönüşte Mustafa Bey’in anlattıkları inanılır gibi değildi. Bize bağlı bir ilçe kırsalında terör saldırısı sonucu meydana gelen ölüm olayı nedeniyle her zamanki gibi Bingöl’den gelen helikopter kendisini alarak olay yerine bırakmış, otopsi bitip helikopter çağrıldığında “hava kararmak üzere, bölge güvenli değil, bu saatten sonra gelemeyiz” cevabı verilmiştir!… Bunun üzerine Savcı Bey, en yakın jandarma komutanlığından telefonla ilçedeki Hakim Bey’i arayıp durumu bildiriyor. O da Kiğı’dan Savcı Bey’i alıp getirmek üzere bir minibüs gönderiyor.
Olayı anlattıktan sonra kendisine “Yanlış yapmışsın ve güvenliğini tehlikeye atmışsın, ben olsaydım kesinlikle karayoluyla ilçeye dönmez, durumu Başsavcı Beye bildirip kaç gün geçerse geçsin, helikopter gelinceye kadar jandarma bölük komutanlığında beklerdim” dedim. Çünkü ilçeler arası ulaşımı sağlayan yollar güvenli değildi, ayrıca mayınlanmış olma ihtimali vardı. Nitekim aynı yoldan bir süre sonra geçen minibüsten inen bir vatandaş mayın patlaması sonucu ölmüştü. Kiğı Devlet Hastanesine otopsi için getirildiğinde vücudunun bir çok parçası noksan, kafatası uçmuş ve içi bomboştu…

6 Kişi Almayan Helikopterde 12 Kişi

Bir gün İlçe Jandarma Komutanı Üsteğmen Ömer Bey, İlçemize bağlı yakın bir köy kırsalında güvenlik kuvvetlerince çok sayıda silah ve mühimmat ile tonlarca gıda maddesi bulunduğunu, olayı yerinde incelemek için Bingöl İl Jandarma Komutanlığından üst rütbeli komutan eşliğinde bir ekibin de geleceğini, o ekibi getirecek Helikopterin bizi de alıp olay yerine götüreceğini bildirdi. Ömer Beyle birlikte hazırlanıp bizi almaya gelecek Helikopteri beklemeye başladık. Nihayet geldi. Fakat o da ne?!.. Daha önceleri 6 kişiden fazla taşıyamaz dedikleri Helikopterde yaklaşık 10 kişi vardı. Bizimle birlikte çoğu ayakta olmak üzere 12 kişi binmiş olduk. Manzara Büyükşehirlerdeki bir minibüsün içinden farksızdı. Demek ki doğruydu: “Emir demiri kesmişti…”

“Köy Kırsalında Yakalanan Silah Mühimmat ve Gıda Maddeleri”

Helikopter havalanıp inişe geçmeye başladığı alana bakıldığında Kiğı’nın hemen güneyindeki bir köy meydanına inmekte olduğumuzu fark ettim. Manzara çok netti: Çoğu çatısız, toprak damlı evlerden oluşan bir köy; birkaç evin damı çökmüş, yıkılmış ve içinden dumanlar tütmekteydi. Helikopterden köy meydanına inince şunları gördük: Köyde hiç kimse yok. Bütün evler boş. Çoğunun kapısı açık ve içeride gıda maddesi (un, şeker) olarak ne varsa köy meydanına yığılmış. Aynı şekilde silah olarak da çalışıp çalışmadığı belirsiz birkaç kırık dökük av tüfeği görülüyordu. İşte gıda maddesi ve silah adına ne varsa hepsi bunlardı ve köy meydanına yığılıp ateşe verilmiş veya etrafa serpilmişti.
Üsteğmen Ömer Bey’e sordum:
“-Üsteğmenim bu ne iştir? Bize söylenen başka, gördüğümüz manzara başka.”
“- Valla sayın savcım ben de anlamadım.”
Manzara hüzün vericiydi. Etrafa saçılmış, çoğu siyah beyaz olan fotoğraflar hüznümü daha da arttırdı. Zannedersem, köy güvenlik gerekçesiyle veya güvenlik endişesiyle boşaltılmış, vatandaş giderken yanına alamadığı veya almaya gerek görmediği önemsiz eşya bırakmıştı. Bir şekilde boşaltılan bu köyü teröristler barınak olarak kullanamasın diye sağlam kalan evler de yıkılmış, toplasanız iki çuvalı doldurmaz un, şeker ile birkaç kırık dökük av tüfeği köy meydanına yığılıp ateşe verilmişti.

Korumadan Korunmak veya Tehlikenin İçinde Olmak

Zaten küçük bir ilçe olan Kiğı’da adliyenin de içinde bulunduğu hükûmet konağı ile adliye lojmanlarının arası yaklaşık 100 metreydi. Bizi korumak üzere görevlendirilen polis memuru, mesai süresince adliyede ve evden mesaiye gidip gelirken elinde bir uzun namlulu silahla refakat ediyordu. Ancak zamanla şunu öğrendik: Korumadan da korunmak gerekir… Şöyleki, mesai saatinde odamda çalışırken patlayan silah sesi üzerine koridora çıkıp baktığımızda, Ahmet Bey’in gayri ihtiyari ateş ettiğini öğrendik. Ucuz atlatmıştık. Çünkü namlusu aşağıya, beton zemine doğru çevrili silahtan çıkan kurşun sekerek kendisine veya başkasına zarar verebilirdi. Buna benzer bir olayı Hastanede yaşadık. Hastanede masa tenisi oynarken, bizi yakından koruyan (!) Ahmet Bey’in elindeki silah ateşlendi. Bizi de kendisini de yine Allah korumuştu.
Adliye lojmanları, birçok yerde benzeri olan üç katlı altı daireli binaydı. Alt çaprazında jandarma, üst çaprazda polis lojmanları vardı. Jandarma ve Polis, lojmanları korurken doğal olarak biz de korunuyorduk. Bu durum bir avantajdı. Ancak bunun tehlikeli bir yönü de vardı. Çünkü saldırılacak hedeflerin başında güvenlik güçlerinin lojmanları geliyordu. Nitekim kaç defa çıkan çatışmalarda bunu yaşadık.
Bir gece çok yoğun ve uzun süren, hemen her türlü silah sesinin birbirine karıştığı çatışma sonrasında bir mahkeme kâtibi de bir süre terör örgütüne yardım ve yataklık suçlamasıyla tutuklanmıştı. Göreve başlarken kendi ifadesine göre, o gece evine gelen teröristler, kendilerini adliye lojmanlarına götürmeyi istemişler. Kendisi de “Deli misiniz? Orada asker polis kaynıyor” demiş. Bunun üzerine lojmanlar bölgesine gelmekten vazgeçip bulundukları yerden ateş etmeye başlamışlar.

Cenazelerini Koruduğumuz Kadar Canlarını Koruyabilseydik

Tam tarihini hatırlayamıyorum ama zannedersem Bingöl yolunda 33 askerin şehit edilmesinden sonraydı. Adaklı ilçesinden Karakoçan’a konvoy halinde giden askerler pusuya düşürülmüş ve yanılmıyorsam 8-10 asker şehit edilmiş ve/veya yaralanmıştı. Bu askerlerimizin can güvenliğini korumada esirgenip kullanılmayan/kullandırılmayan helikopter, cenazeleri nakledilirken konvoya havadan nezaret ediyordu…

Kiğı’dan Eflani’ye

1994 Yaz Kararnamesiyle Kığı’dan Eflani’ye atandım. Müjdesini istercesine bunu haber veren Bingöl Adliyesinden Yazı İşleri Müdürü’ne, bilgisizliğimi ortaya koyup “Eflani neresidir, nereye bağlıdır” diye sormaya çekindim, teşekkür edip telefonu kapattıktan sonra kafamda “Eflani” ile kafiyeli olan “Pervari- Ergani” uçuşup duruyordu… Zaten terör bölgesinde görev yaptığım için “Pervari veya Ergani’ye atanmış olamazdım. O an için bir harita bulamadım. Birden aklıma PTT’nin telefon rehberi geldi. Meğer Eflani, Zonguldak’ın ilçesiymiş. (Karabük il olunca Eflani Karabük’e bağlandı).

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir